1518 yılında Strasbourg’un taş sokaklarında, Frau Troffea adındaki bir kadın, kimseyi umursamadan dans etmeye başladı. Ne müzik vardı ne de eğlence. Yüzünde sevinçten iz yoktu, gözleri boşluğa dalmış, bedeninin sanki başka bir iradenin esiri gibi kıvrandığı görülüyordu. Durdurulamaz bir şekilde dans ediyordu; uyuyup uyanıyor, yeniden dans etmeye koyuluyordu. Ayakları kanamış, bedeni titriyordu ama asla durmuyordu.
Frau Troffea yalnız başladı, ama kısa süre içinde ona katılanların sayısı hızla arttı. Haftalar içinde bu sayı 400’e ulaştı. İnsanlar dans ederken kalp krizi geçirip hayatını kaybediyordu fakat kalanlar yine dansı bırakmıyordu. Günlük raporlar, her gün bu çılgınlıktan en az beş kişinin öldüğünü bildiriyor, şehir adeta bir felakete sürükleniyordu.
Bu olay sadece Strasbourg’a ait bir kâbus değildi. Aslında, 1374 yılında Almanya’nın Aachen kentinde bu tür büyük ölçekli bir dans salgını yaşanmıştı. Hollanda ve Belçika gibi yerlerde de benzer semptomların gözlemlendiği dans salgınları kaydedilmiştir.
İnsanlar etrafında halkalar oluşturarak, el ele tutuşup saatlerce dönmeye devam ettiler. Bazıları ağızlarından köpükler saçarak yere yığıldı. Birçok kişi dans ederken halüsinasyonlar gördüğünü ifade ediyordu.
Bu olaylar, tarihçiler tarafından sadece kısa süreli toplumsal taşkınlıklar olarak değil, aynı zamanda yıllarca süren “kolektif delilik” örnekleri olarak tanımlanıyor. Özellikle 14 ila 17. yüzyıllar arasında Avrupa’da meydana gelen önemli bir sosyal olgu haline gelmiştir.
Orta Çağ’da bu vakalara “Choreomania” adı verilmişti. Bu kelimenin kökeni Eski Yunanca’ya dayanıyor: choros (dans) ve mania (çılgınlık). İtalya’da benzer olaylara “Tarantizm” deniliyordu; halk, bir örümcek ısırığının insanı delirtip dans etmeye zorladığına inanıyordu. Tarantizm kurbanları, “tarantula zehrini atmak için” dans ettiklerini ifade ediyorlardı. Müziğin kesilmesi durumunda öleceklerine inanıyorlardı.
Peki, bütün bunlar ne anlama geliyordu? Şeytanın dansı mıydı bu? Yoksa bir lanet mi? Zehirli tahıllar mı etkiliydi? Ya da ruhun, sıkıştığı bedenden kurtulma çabası mıydı?
Tarihçiler olayları incelemeye, hekimler hipotezler üretmeye çalıştılar; kilise ise şeytani müdahalelerden bahsediyordu.
Bu durum yalnızca bir fiziksel kriz değildi. Kitlelerin eşzamanlı bir çığlığıydı. Bastırılan duyguların, başka yollarla ifade edilmenin yollarını aramasıydı; “bedende patlayan ruh hali”nin yankısıydı. Sessizce taşan bir ruhsal çöküntüydü… Kitleler, bilinç dışının sahnesinde kendilerini kaybediyordu. Dans eden her birey, içindeki susturulmuş haykırışı ritme dönüştürmeye çalışıyor gibiydi.
***
İnsanlık, acıyı bazen kelimelerle değil bedenle ifade etti. Bu ifade şekli yalnızca veba yıllarına özgü değildi.
Mitolojilerde dans, kutsal bir arınma; Anadolu’da zılgıt, yasın dilidir. Hint tapınaklarında dönen kadınlar ile Mezopotamya’da transa geçen rahibeler, bedenin çoğu zaman söze yer bırakmayan duyguların taşıyıcısı olduğunu ifade etti.
OLASI NEDENLER
Tarihin en tuhaf krizlerinden biri yaşandığında, doğal olarak insanlar bir açıklama arayışına girdiler.
Örneğin, Strasbourg’daki hekimler, bedenlerin “sıcak kan” yüzünden kontrolden çıktığını düşündü ve çözüm olarak daha fazla dans etmeyi önerdiler.
Başka bazıları, dans edenlerin halüsinasyona yol açan ergot mantarı ile zehirlendiğini öne sürdü. Ancak bu madde, kasılma ve bilinç kaybına neden oluyordu; bu da koordine dansları açıklamıyordu.
Kimi teoriler, dans edenlerin gizli tarikat mensubu olduğunu ve dini ritüeller gerçekleştirdiklerini iddia etse de, tanıklar onların acı çektiğini ve yardım istediğini belirtiyorlardı.
Kilise, bu durumu Aziz Vitus‘un laneti olarak değerlendirdi ve ayinler yaparak “şeytani etkiler”yi kovmaya çalıştı.
Tüm bu açıklama çabaları aslında asıl sorunun etrafında dönüyordu: Belki de bu bir salgın değil, toplumsal bir çöküş olduğu düşüncesi gündeme gelmeliydi.
Tarihçi John Waller‘ın savunduğu gibi, bu olayın en tutarlı açıklaması toplumsal kaygı kaynaklı bir psikozdu. Kıtlık, hastalık, ölüm korkusu ve batıl inançlarla kuşatılmış halk, zihinsel ve duygusal olarak çökmüş durumda bulundu. Bir tür kolektif bilinçdışı ortaya çıkmıştı. Kitleler, topluca trans haline geçmişti. Olay, adeta bir “histerik bulaş” tarzındaydı.
Bu insanlar hasta değildi. Ne de olsa bir isyan da etmiyorlardı. Sadece ruhsal bir basınca teslim olmuşlardı. Bu basınç, yüzyıllar boyunca farklı şekillerde kendini göstermişti: Cadı avları, dini coşkular, tarikat aktiviteleri, linçler ve politik histeriler… Nihayetinde 1518’de Strasbourg’da da bedensel ifadesini bulmuştu.
O dönem mevcut olan en tehlikeli mikrop “korkuydu”. Dans, içinde bulunan sessiz çığlığın ifadesi haline gelmişti. Kronik stres, toplumu derin bir depresyona sürüklemişti.
Geçmişte yaşananları tamamen tarihe ait olarak düşünmemek gerekiyor.
Yüzyıllar geçse de, benzer duygular günümüzde de içimizde bir yerlerde kıpırdamakta… Aynı kaygılar, farklı şekillerde, günümüz toplumlarında varlığını sürdürüyor. Çünkü bastırılan her duygu, mutlaka bir alternatif yol buluyor.
GÜNÜMÜZÜN DANS VEBASI: SESSİZ, YALNIZ VE UMUTSUZ
1518’de sokaklarda dans eden insanlar vardı. İçerideki fırtınayı bedenleriyle ifade ediyorlardı. Bugün ise bu fırtına sessiz bir şekilde içinde dönmeye devam ediyor…
Artık kimse caddelerde çığlık atmıyor. Bunun yerine, ekran başında sabitlenmiş bakışlar, yastığa gömülen başlar, karanlık odalarda kaydırılan parmaklar var. Bugün ritmi belirleyen, beden değil, üzerindeki baskılar, beklentiler ve taşımakta olduğu gizli yüklerdir.
Gençlerin dansı görünmez artık. Onların bedenleri belki titremiyor ancak içlerindeki karmaşa, ruhlarını etkiliyor.
Tarihteki dans vebası, bir toplumsal çöküşün dışa vurumuydu. Günümüzdeki kaygı da benzer bir durumdur. Fakat daha sessiz ve daha kişisel, daha yalnız bir biçimde ortaya çıkıyor.
Peki, günümüzün bu görünmez dansının kaynağı ne? Gelecek korkusu, artık bireysel bir hale gelmekten çıkıp kuşaklararası bir gerçekliğe dönüşmüş durumda. Gençler, somut bir gelecek düşüncesi kuramıyorlar.
Eğitim sistemi, gençlerin potansiyelini törpüleyen bir mekanizma olarak işlev görüyor. Ekonomik kriz yalnızca maddi durumları değil, zihinsel sağlığı da tehdit ediyor. Asgari ücretle geçim sağlamak artık bir hayatta kalma mücadelesi halini almış durumda. Gıda fiyatları, kiralar ve ulaşım ücretleri sürekli artarken, alım gücü yerinde sayıyor. Bir genç, ay sonunu düşünmeden bir kitap almayı, dışarı çıkmayı veya hayal kurmayı lüks olarak görüyor.
Bugün Türkiye’de genç işsizlik oranı alarm verici seviyelere ulaştı. NEET kategorisindeki (ne eğitimde ne istihdamda olan) gençlerin oranı %25’e, hatta 30’lara çıkmış durumda.
İşsizlik rakamları yalnızca sayılardan ibaret değil; bir kuşağın hayata geçememiş projelerinin, yarım kalmış hayallerinin sessiz özeti.
Sosyal destek mekanizmaları yok, siyasi katılım inancı ise zayıf. İfade özgürlüğü giderek daralan bir çember içinde. Eleştiren sesler susturuluyor, sorgulayanlar dışlanıyor. Sosyal medya üzerinde yapılan bir paylaşım, işsizlik kaygısını doğurabiliyor. Bir afiş, bir şarkı, bir slogan veya hatta sadece yanlış bir bakış bile potansiyel bir tehdit sayılır hale geldi.
Konuşanların sesi kısılırken, slogan atanların özgürlüğü ellerinden alınıyor.
Bu coğrafyada duyguların ifadesi, her zaman şüpheyle karşılanıyor.
Bir meydanda dans etmeyi geçtim, bir şey söylemek bile cesaret gerektiriyor. Gençler, düşünmeden önce susmayı öğreniyor.
Çünkü burada cesareti tehdit eden yalnızca devlet değil, toplumun kendisi de bulunmakta. Gelenekle, dinle, töreyle ve mahalle baskısıyla… Bu topraklarda inanç, duyguların baskılandığı bir örtü haline geliyor.
Sanat baskı altında, basın kuşatma altında, üniversiteler sustu ve sokaklar kimlik kontrolüne tabi tutuldu. İfade özgürlüğü değil, ifade eden bir kaygı hâkim durumda.
Güvencesizlik, maddi olmadığının yanı sıra duygusal bir boşluk da yaratıyor. Kaygı, artık kronik bir hal almış durumda.
Gençler, haklarını savunmak yerine “bir gün gidebilmenin” hayallerini kuruyor. Yurtdışında yaşamak, yalnızca ekonomik bir tercih değil; insanın değer görme ve özgürce var olma arzusunun yansıması. Çünkü mevcut sistemde liyakat, adalet ve umut yok.
Bugünün dansı ise içe doğru…
Gençler, “başka bir ritimle” titriyor: Kaygı ve korku ritimleriyle, adalet arzularıyla…
Tarihteki dans vebası, toplu bir çöküşün görünür yüzüydü. Bugün yaşananlar ise, görünmeyen bir ruhsal salgının belirtileri…
Adı belirsiz, ama belirtileri yaygın. Gençler huzursuz, yorgun ve yalnız.
Belki de gençler, dans etmiyor; ama ifade edemedikleri her şey içlerinde birikmeye devam ediyor. Bir zılgıt atamayan, meydanda haykıramayan bedenler, içine çöküşle yaşıyor. Kadim toplumlarda dans bir haykırıştı, şimdiyse sessizlikle yer değiştirmiş durumda.
Belki de dans vebası bir çöküş değil, bir direnişti. Mitolojideki ateş dansları ile günümüzdeki ifade sıkıntıları arasında bir bağ var. İnsanlar sustuğunda, bedenleri konuşmaya başlar. Bugün gençler pek de konuşmuyor ve biz, bu sessizliği yeterince duymuyoruz.
Bu düşüncelerin ortasında, bir kez daha 19 Mayıs geçti… Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı. Cumhuriyetin gençliğe sunduğu o büyük umut günü. Ancak bugün o armağan, sırtlarda bir yük gibi duruyor. Çünkü umut, yaşatmak içindir. Eğer bir ülkede umut, gençlerin yüreklerinde ritim bulmuyorsa, her marş boğuk, her tören eksik kalır.