Zorbalıklarla dolu bir dünyada yaşamak, insan ilişkilerinin en karmaşık ve çetin sınavlarından biri. Ayılar ile birlikte yaşamak, bu noktada bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Bu benzetme, insanlar arasındaki zorbalaşma, kibir ve egemenlik hırsını anlamamıza yardımcı oluyor. Kaba, tahammülsüz ve kendini bilmez bireyler, yaşam alanlarımızda bir kıymık misali batarak bizleri rahatsız etmektedir. Bu durumun sonuçları, hassas ve kendini bilen bireylerin kendileriyle sürekli yüzleşmelerini gerektirmekte; böylece birey, ne kadar dikkatli olursa olsun, bir zorbadan etkilenmekten kaçamamaktadır.
Kendini bilen bireyler, nazik ve insan onuruna saygılı bir şekilde davranmayı tercih ettiklerinde, çoğu zaman bu tutumları suistimal edilmektedir. Bu tür durumlar, şüphe ve sorgulama yaratırken “Ben mi safım yoksa çok mu iyiyim?” sorusunu akla getirir. Sonuç itibarıyla, bu soruya yanıt arayan birey, ya içine kapanarak huysuz bir tavır geliştirmeye yönelir ya da duyarlılığını ve iç muhakemesini korumaya çalışır. Ancak burada dikkat çeken nokta, ayı gibi davranıp güçsüzlüğü gizleyen zorbaların aksine, içsel sorgulamaların daha sağlıklı bireyler tarafından yapılmasıdır. İşte bu yüzden, ayılarla birlikte yaşamak ve onların etkisine kapılmamak oldukça zordur; çünkü bir ayı, sizi de ayıya dönüştürmekte tereddüt etmez.
Toplumumuzdaki tipik davranış kalıplarına bakıldığında, karşımıza ya baskın “uyanıklar” çıkmakta ya da kurban psikolojisinden kurtulamayan bireyler. Bu iki grup, bir hiyerarşik ilişki içinde birbirine yaslanarak, toplumsal dinamikleri sürdürmektedir. Önceki nesillerden devralınan bu kalıplar, bireylerin yaralarını, komplekslerini ve çaresizliklerini beslemekte ve zorbalığı doğal bir hale getirmektedir. Bu eşitsiz yapının en belirgin örneğiyse ataerkilliktir; geçmişte döverek, bugünde semer tahtasıyla insanları kontrol etme mantığıyla hareket eden bir zihniyet şeklidir.
Şiddet, bireyler arasında yalnızca fiziksel anlamda değil, psikolojik anlamda da kendini gösterebilmektedir. Mobing gibi daha gizli ve sinsice bir hiyerarşi yaratılıp, insanlar bu baskı altında ezilmekte, ahlaki değerlerini yitirmektedir. Tuhaf olan ise, çoğu zaman insanlar, kendilerine eziyet eden kişilerden hesap sormaktan çekinmekte ve bu durumu, içsel bir mecburiyet olarak kabul etmektedir. Patronla, aileyle veya eşle yüzleşme cesareti gösteremeyen bireyler, sonunda kendi içlerindeki yangına göz yumup, daha vahşileşmektedirler. Böylece, güç ilişkilerinin yerleştiği, hiyerarşik bir toplumsal yapı ortaya çıkmakta.
Eşitsizliğin tipik örnekleri genellikle patron-işçi, kadın-erkek ya da aile-çocuk gibi basit kalıplarla tanımlanır. Ancak bu hiyerarşı, gözle görülenden çok daha karmaşık ve derindir. Dini veya etnik azınlıklar, sosyal sınıflar arasındaki farklılıklar, hatta güzellik gibi yüzeysel algılar bile bu eşitsizlik ilişkilerini beslemektedir. Farkında olmadan dahi, dengimiz sandığımız kişilerle eşit olamayabiliriz. Bu nedenle, zorbalığa maruz kalıyorsanız, bu da kendi içinde bir eşitsizliğin yansımasıdır.
Son olarak, çocuk eğitiminin en önemli aşaması ailedir. Aileler çocuklarını “uyanık” yetiştirmeye çalışırken, unutulmamalıdır ki bu süreçte zorba ve geçimsiz bireyler yetiştirmenin bir anlamı yoktur. En iyi çocuk, sınırlarını çizen ve empati yeteneğine sahip olan çocuk olacaktır. Önceki nesil için bu farkındalık belki geç kalmıştır; ancak yeni nesillerin şekillendirilmesi elbette ki mevcut bireylerin sorumluluğudur. Önemli olan, çocuğunuzun arkadaşlık etmemesini istediğiniz kişilikleri yaratmamaktır. Bu şekilde, sağlıklı ve empatik bireyler yetiştirmek mümkün olacaktır.