Platon, antik felsefenin en önemli düşünürlerinden biri olarak siyaseti “insanın mutlu ve yetkin yaşamının sağlanması” olarak tanımlamıştır. Günümüzde ise kamu kaynaklarını yöneten siyasetçiler, anayasadan aldıkları yetkileri genellikle toplumun refahı ve ülkenin kalkınması için kullanmaları gerektiği bilinciyle hareket etmektedirler. Ancak Türk siyaseti uzun bir süredir, özgünlükten uzak ve sorunlu bir yapıya evrilmiştir. Benim amacım burada siyaset dersi vermek değil; ancak, gözlemlediğim yanlışlıkları kamuoyuna aktarmak ve bu meseleleri sorgulamakla mükellef biri olarak, bu konudaki düşüncelerimi paylaşma gereği duydum.
Atatürk’ün 1938’deki vefatının ardından, Türkiye’nin siyaset yapısında özgün bir yaklaşım yerini edilgen bir yaklaşıma bırakmaya başladı. Bu dönemde Milli Şef İsmet İnönü, içeride din taassubuna göz yumması ve siyasi baskılara boyun eğmesiyle dikkat çekti. Dışardan gelen savaş tehdidi ve genç Cumhuriyet üzerinde etkili olmaya çalışan Batı kapitalizmi, özgün siyasetin kurumsallaşmasına yönelik en büyük engeller arasında yer aldı. Demokrat Parti’nin (DP) iktidarı ve sonrasında yaşanan olaylar, Türk siyasi hayatında derin yaralar açarak, darbe girişimleriyle beraber toparlanma olasılığını büyük ölçüde ortadan kaldırdı.
1980 yılında gerçekleşen askeri darbe ile birlikte start verilen “depolitizasyon” politikası, siyaseti adeta içi boş bir kavrama dönüştürdü ve siyasetçilerin toplumsal değerleri büyük ölçüde düşürüldü. Bu politikaya uygun kişiler, devletin yönetim kademelerine getirilerek yeni bir siyaset anlayışının temelleri atıldı. Örneğin, Turgut Özal ve Tansu Çiller gibi kişiler merkez sağ partilerin başına getirilerek Türkiye’yi yönettiklerinde, kamuoyunun bu durumu kabullenmesi sorgulanmaktadır. Öte yandan, iş insanı Cem Uzan’nın kurduğu Genç Parti, yalnızca üç ay içinde yüzde 7’lik bir oy oranına ulaşarak siyasi alanda nasıl bir devinim yaşandığını gözler önüne serdi.
Ayrıca, yıkılan komünist Sovyetler Birliği’ne karşı sağcı ve faşist Milliyetçiliği örgütlemek amacıyla kurulan bir partinin başına geçmişte bir askerin getirilmesi de dikkat çekici bir örnektir. Aynı zamanda, sol görünümlü etnik ve ayrılıkçı hareketlerin lider kadrosu, dışarıdan belirlenen kişilerle oluşturulmuştur. Ancak, Cumhuriyeti kuran parti olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) koltuğu, emekli bir müfettişe teslim edilerek, halay eşliğinde devredilmesi, Türk siyasetteki absürtlükleri gözler önüne sermektedir.
Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki “Milli Görüş” hareketinin bölünmesi sonucunda, kendilerini “yenilikçi” olarak tanımlayan bir kadronun, 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara gelmesiyle, Türkiye’nin siyasi sahnesinde önemli bir değişim yaşanmıştır. Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla (3Y) mücadele etme iddiasıyla kyiletmiş olan bu yapı, 22 yılı aşkın süredir ülkeyi yönetmeye devam etmektedir. Ancak, bu yönetim anlayışının sonu, siyasal tutarsızlık, nepotizm ve dayatmacılık gibi unsurların hâkim olduğu bir alanı ortaya çıkarmıştır.
Sonuç olarak, Türk siyasetinin içinde bulunduğu bu hastalıklı yapının bir parçası olarak iktidarını sürdürenlerin tutarsızlıklarını bilmek artık herkesin malumudur. Özellikle, “Laik Cumhuriyeti yıkmak” gibi açık bir hedefle yola çıkan ortağın amacı da aleni bir dille ifade edilebilmektedir. Şu anki siyasi durum, tüm bu meselelerin birleştiği bir oyun sahnesi oluşturarak, toplumun bu oyunu nasıl seçeceğini belirlemesine kapılar açmaktadır.