
Her 29 Ekim sabahı, içimde tarifsiz bir gurur uyanır…
Bir bayrak dalgalanır gökyüzünde; kırmızı bir umut, beyaz bir barış gibi. Ve o bayrağa baktığımda yalnızca bir ülkeyi değil, bir milletin yeniden doğuşunu görürüm.
Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değildir.
Cumhuriyet, yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden doğan bir ulusun yeniden ayağa kalkma hikâyesidir.
O hikâyenin kahramanı ise, yalnızca Mustafa Kemal Atatürk değil, tüm Türk halkıdır. Çünkü Cumhuriyet, bir kişinin değil, bir milletin eseridir.
1923 yılında yokluk içinde, yanmış bir vatan toprağında yeniden filizlenen bir umut vardı. Kadınlar, erkekler, çocuklar; yorgun ama inançlı bir halk vardı. İşte o halk, zincirlerini kırdı, karanlığı yırttı, kaderini kendi elleriyle yazdı.
Ve adını koydu: Cumhuriyet!
Bugün geriye dönüp baktığımızda, o günün ruhunu anlamadan bu günü anlamamız mümkün değildir.
Atatürk, “Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak olan sizlersiniz.” derken, aslında bize sadece bir sistem değil, bir sorumluluk bıraktı.
Bu sorumluluk, her birimizin vicdanında taşıdığı özgürlük bilincidir.
Ne yazık ki bugün, kimi zaman bu değerlerin anlamı unutuluyor, kimi zaman da küçümseniyor.
Ama unutanlara hatırlatmak gerekir:
Cumhuriyet, bize altın tepside sunulmadı. Kanla, emekle, alın teriyle kazanıldı.
Ve bu nedenle, her 29 Ekim, yalnızca bir kutlama değil; bir hatırlatma, bir vefa duruşudur.
Cumhuriyet demek; kadının söz hakkı demek.
Cumhuriyet demek; yoksul bir çocuğun doktor olma hayali demek.
Cumhuriyet demek; bir gazetecinin korkmadan kalem oynatabilmesi, bir gencin özgürce düşünebilmesi demek.
Cumhuriyet, eşitliktir, adalettir, umuttur.
Bugün meydanlarda çocukların gözlerindeki o ışık, Atatürk’ün bize bıraktığı mirasın hâlâ yaşadığının kanıtıdır.
Ve biz o ışığı söndürmediğimiz sürece, Cumhuriyet payidar kalacaktır.
Ben, bu 29 Ekim sabahında, bir kez daha yüksek sesle söylüyorum:
“Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın özgür Türkiye!”