“`html
Sağlık sektörü, belirli bir statü ve alt yapıya kavuşturulmadan özel hastanecilik uygulamaları, devlete düşen görevleri üstlenmeye başladı. Bu durum, özellikle ilaç üretiminde faaliyet gösteren firmalar ve eczaneler için ciddi mağduriyetler doğurdu. Çünkü, ilaç yokluğu hastaların ilaca erişiminde büyük zorluklar çekmesine neden oldu.
Doktorlar ve diğer sağlık emekçileri, hedef gösterilen bir konuma getiriliyor. “Giderlerse gitsinler” şeklindeki söylemler, sağlık çalışanlarının bu sektördeki kıymetini sorgulatarak, hastaları birer müşteri olarak gören bir zihniyeti yansıtmaktadır. Bu durum, siyasi popülizm gereksinimleri doğrultusunda, sağlık emekçilerine dayanılmaz bir yük bindiriyor. Hastanelerdeki randevu sisteminin getirdiği baskı, hasta ile doktoru sürekli bir çatışma haline sokuyor. Bir doktor, bir hastaya yalnızca beş dakika ayırabiliyor ve bu baskı altında günde en az 90 hastaya bakmak zorunda kalıyor. Böylece iktidar, yıl sonunda yayımladığı “bilanço” ile “Ne kadar çok hasta tedavi ettik!” şeklinde bir propaganda yapıyor. Oysa bu yaklaşım, sağlıkta verimliliği ciddi şekilde engelliyor ve çoğumuzun gözünden kaçan önemli bir konu haline geliyor.
İktidarın sorunlara çözüm bulmak yerine, sağlık emekçilerini hedef göstermesi yeni bir olgu değil. Bu, sağlık çalışanlarının kendi yarattıkları sistemin sorumlusu olarak gösterildiği ve hastanelerdeki uzun sıra bekleyişleriyle de karşı karşıya kaldıkları bir durumdur. 2000’li yıllarla birlikte artan özel hastanelerin yanı sıra devlet hastanelerinin doluluk oranı da dikkat çekici bir hal aldı. Değişen zaman ve toplum dinamikleri göz önüne alındığında, sağlıksız bir toplum yapısıyla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkıyor. Özellikle, Cumhuriyet değerleriyle bağları kopmuş bir toplum algısı yaratılmakta ve mevcut koşullar altında, iktidarın yarattığı iklim nedeniyle doktorların maruz kaldığı şiddet olayları ‘meşru’ bir kapsamda değerlendirilmektedir.
Son on yılda sağlık sektöründe yaşanan şiddet olayları, her türlü saldırı ve olumsuz davranışa maruz kalan doktorlar, hemşireler ve sağlık çalışanları için ciddi bir risk oluşturmakta. Türkiye’de, doktor ve hemşire dövmeye ilişkin yasal bir cezanın olmaması ise bu durumu daha da vahim hale getiriyor. Bunun arkasındaki neden ise; siyasetin kargaşa ve gerginlik üzerinden ilerlemesi. Medyanın bu konuda gösterdiği tutum da, toplumda geniş bir huzursuzluk yaratıyor. TV kanalları, gazeteler ve şiddeti özendiren içerikler, toplumsal barışın zedelenmesine yol açmakta.
Sonuç olarak, hastanelerin çoğu kapatılmışken, şehir dışındaki kamu-özel işbirliği ile açılan ‘Şehir Hastaneleri’, ihtiyaçları yeterince karşılayamamakta. Ayrıca, bu hastanelerin devlete getirdiği mali yük, 25 yıl süresince olumsuz etkilerini sürdürebileceği bir durum yaratmakta. Ekonomi uzmanları, bu hastaneler için ödenen kira ve hizmet bedellerinin hazineye büyük bir yük getirdiğine dikkat çekiyor. Şehir hastanelerinin şehirden uzakta olması, hem hastaların hem de sağlık çalışanlarının ulaşımında ciddi zorluklar oluşturmakta. Bunun yanı sıra, hastanelerin büyüklüğü ve koridor aromalaması, enfeksiyon kontrolü konusunda da önemli sıkıntılar doğurmakta ve sağlık personelinin iş yükünü artırmaktadır.
Olası salgın koşullarında hastanelerin büyükliği nedeniyle planlama yapılması zorlaşmıştır. Bu durum, kapatılan hastanelerin yeniden açılması ihtiyacını ön plana çıkarmaktadır. Eğer şehir içindeki hastaneler kapatılmamış ve bu kuruluşlara aktarılacak finansal destek ile yeni tesisler inşa edilmiş olsaydı, Sağlık Bakanlığı’nın “Hem yeni yoğun bakım yatakları sağladık, hem de mevcutları koruduk” deme imkanı olabilirdi. Ancak günümüzde bu olanak kalmamaktadır.
Bilim ve teknolojinin hızla geliştiği bir dünyada, tıp alanında da önemli ilerlemeler yaşanıyor. Ancak bu gelişmelere rağmen, vatandaşlara erişilebilir, kaliteli ve verimli sağlık hizmeti sunma sorumluluğu sağlık çalışanlarına düşmektedir. Değerli hekimlerin ve sağlık çalışanlarının üstlendiği sorumluluğun bilinciyle gösterdikleri titiz çabalar her türlü övgüyü hak etmektedir.
Sağlık, huzurun ve mutluluğun vazgeçilmez bir unsurudur. İnsanı merkez alan “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturu, bu anlayışın en güzel ifadesidir. Müreffeh, çağdaş bir toplum ve güçlü bir devlet olabilmenin ön koşullarından biri de sağlıklı bireylere sahip olmaktır. Bu duygu ve düşüncelerle, 14 Mart Tıp Bayramı’nı kutlarken, hekimlerimize ve sağlık çalışanlarımıza başarı ve mutluluklar diliyorum.
“`